Yetim ve Öksüz Büyüdüm | 02

Yetim ve öksüz büyüdü. Elbette bedeni büyüse de ekonomik olarak büyüyemedi. Birçoğumuz gibi o da kendi yağında kavruldu. Emekli maaşıyla ancak kıt kanaat geçinebilirdi. Diksiyonunun güzel olmasına karşılık el becerisi yoktu. Ayrıca emekli kimsenin tekrar çalışmasına da sıcak bakmazdı. Bu yüzden de emekli olduğunda tekrar işe girip çalışmadı.

Zaman zaman emlakçı arkadaşlarının dükkânında takılıyordu. İşlerinin yoğun olduğun zamanlarda onlara yardımcı olmak için varsa müşteriye kiralık evleri gösteriyordu. Has bel kader kiracı evi tutarsa emlakçı dostları ona çam sakızı gibi minnacık bir hediye verirdi. Yakın zamanda emekli olduğu için su akıp henüz yolunu bulamadı. Bu minval üzerine tek düze yaşayıp gidiyordu. 

Yetim ve Öksüz
Yetim ve Öksüz

Bununla beraber; sebep aramadan, aralarındaki samimiyete bakmadan aklına gelen kimseyi telefonla arar, hal hatır sorar, muhabbeti uzatmadan telefonu kapatırdı. Farkında olmadan bir çok kimsenin hayatına bu sayede doping oluyordu. Elbette böyle bir davranış o kişi için meziyettir. Hiçbir menfaat gözetmeden, sadece

-Nasılsın, iyi misin? Demek.

İnsanlar dünya meşgalesine öyle dalmıştır ki, ne yazık ki neleri kaybettiğinin, neleri kaçırdığının farkında değildir.

Yetim Arkadaşımız Camide Hastalanır

Arkadaşımız Cuma namazı için gittiği camide aniden rahatsızlaşır. Abdest alacağında, şuurunu kaybederek olduğu yere yığılır. Gözünü açtığında devlet hastanesinin koridorunda sedyededir. Koskoca hastanede boş yatak yok gibi yetim hastamız koridorda tahlil sonuçlarını bekler. Personel; acildeki hastayı ne müşahede odasına ne boş bir yatağa almaz. Hastamız, hastanenin koridorunda ortalık yerde sedyede saatlerce iki büklüm bekletilir.

Ortak dostumuzun haber vermesiyle hastalandığını öğrendiğimde üzüldüm. Haberim olduğunda akşamın dokuzuydu. Öğle vakti acile giden hastamızın, hâlâ hastanede olup olmadığını öğrenmek için öncelikle kendisine telefon ettim. Telefona cevap veren olmadı. Haber alamamanın verdiği stresle götürüldüğü hastaneyi telefonla aradım. Telefona bakan görevliye, arkadaşımın rahatsızlaşıp ambulansa oraya getirildiğini ve hâlâ orada olup olmadığını, sordum.

Son durak kara toprak
Son Durak Kara Toprak

Elbette, görevli hemen sistemini yokladı ve merakla bekleyen hasta yakınına cevap verdi, demek isterdim ama öyle olmadı. Telefona bakan görevli:

-Telefonla bilgi vermek gibi bir hizmetimiz yok

-Bilgi almak istiyorsanız, hastaneye gelip sorabilirsiniz.

Elbette ısrar etmenin faydası olmayacağı için ısrar etmedim. Ancak şansımı şehir dışındayım diyerek denedim. Elbette hastanenin telefonla bilgi vermek gibi hizmetinin olmadığı cevabının tekrarıyla telefon konuşmasını fazla uzatmadım. Hasta arkadaşımızı hastanede bulup, görmek umuduyla hastaneye gittim.

Hastanede Tedavi Olmak Çok Zordur

Hastanenin acil servisi her zamanki gibi kalabalık değildi. Biraz yoğunluk olsa da ortalık da aşırı bir hengame yoktu. Avare şekilde sağa sola bakarak arkadaşımı görmek ümidiyle hastane koridorunda yürüdüm.

Acile gelen hastaların bulunduğu müşahede bölümüne geldim. İlgili bölümün koridoruna girdiğimde girişte sağda, sedyede yatan hasta dikkatimi çekti. Hasta; sedyenin üzerinde iki büklüm yatıyor, üzerinde de bir örtü yoktu. “Uyuyanın üzerine kar yağar” sözü aklıma geldi. Oysa hastanın montu ayakucunda top olmuş duruyordu. Hastanın başında bekleyen refakatçi de yoktu. Montla hastanın üzerini örterim düşüncesiyle, sedyeye biraz yanaştım. Aynı zamanda da şaşırdım.

Öğle vakti ambulansla hastaneye getirilen hasta, bizim hastamızdı. Akşamın on biri olduğu halde hâlâ koridordaydı. Üstü açık ve dağınık pejmürde şekilde sedyede yatıyordu. Alnında boncuk boncuk terler vardı. Ayaklarını karnına çekmiş, acı çektiği belliydi. Dudakları kurumuş, çatlamıştı. Yetim ve sahipsiz olduğu her halinden belliydi. Hasta arkadaşımız, kimsesiz, sahipsiz ve mahzun şekilde sedyedeydi.

Hangimizin Olumsuz Hastane Macerası Yok ki

Onu öyle görünce aynı hastanede yaşadığım sıkıntı aklıma geldi. Gece yarısı karnımın ağrısıyla param olmadığı için taksiyle değil de yürüyerek hastaneye geldim. Ağrımın şiddetli olduğunu söylememe rağmen sıra numarası verdiler. Numara veren görevlinin ölçüsü ateşin var mı? Yok mu? Ateşin yoksa iyisin mantığıydı. Zaman geçiyor ağrım artıyor ama bana sıra gelmiyordu. Ağrımdan oturamaz olmuş ayakta volta atmaya başladım. Gözümü açtığımda sedyedeydim. Apandistim patladığı için bayılmışım,  hasta refakatçıları karga tulumba beni muayene odasına götürmüş. Hava yağmurlu olduğu için yerler ıslaktı. Bayıldığım zaman düştüğüm yer ıslaktı bu yüzden giysilerim de ıslaktı. Ayıldığım zaman sedyede doğrularak oturdum. Sandalyesinde oturan doktor oturduğu yerden bana doğru döndü. Apandisti patlayıp bayılan hastaya, ayıldığında sorulması gereken ilk ve en önemli soruyu doktor sordu:

-Altına mı kaçırdın?

Hastalık Tek Başına Yeterli Değil Tanıdık Gerekiyor

Hastane ortamında fazla olmasa da az buçuk kaldığım ve bizzat yaşadığım deneyimlerden dolayı sistemsizliği iyi bilirdim. Arkadaşımı, gün ortasından beri sedyede aç susuz iki büklüm gördüğümde içime hüzün çöktü. O acılı günlerimi hatırladım. Yarı baygın sedyede yatan arkadaşımın saçını okşadığımda hafiften gözlerini açtı. Acısının olmasına rağmen zorla da olsa tebessüm etmeye çalıştı. Bitkin elleriyle elimi tuttu, yanağına sürerek tanıdık birini görmenin mutluluğunu yaşıyordu. Sesi gayet boğuk ve cansızdı. Beni gördüğünde gayri ihtiyari gözleri yaşardı. Yalnızlığının ve acılarının içinde başını okşayan samimi bir el ikimizi de duygulandırdı. Bitkin haliyle sessizce konuştu, bayıldıktan sonrasını hatırlamadığını söyledi. Sesinde ölüm korkusu vardı.

Bayılıp ambulansla hastaneye geldiğinde epey tahlilin yapıldığını söyledi. Son bir tahlilden sonra doktor hastalığına teşhis koyacaktı. Bir süre sonra Hemşin gelerek kan alınması için içeri gelmemizi istedi. Gıcırdayan hurda sedyeyi zorlukla iterek odaya götürebildik. Tahlil için hastadan kan alan Hemşin iki saat sonra tahlilin çıkabileceğini söyledi. Akabinde doktorun teşhis ve tavsiyesine göre hareket edilecekti.

Tahlilin çıkma zamanı geçtiği halde tahliller çıkmıyor, öğleden beri iki büklüm sedyede yatan hastamız açlıktan perişan haldeydi. Tahlilleri yapılacağı için şimdiye kadar bir şey de yiyemedi. Sadece satın aldığımız suları ancak yudumlayarak içti. Gel görki su içtikçe içi daha çok yanıyor, göğüs ağrısı daha da artıyordu. Rahatsızlığı şiddetli göğüs ağrısı, halsizlik ve dikkat dağınıklığı idi. Elbette ellerinde oluşan hissizlik ve cansızlık sıkıntısını bir kat daha arttırıyordu.

Yetimin Çocukları da Yetim mi Kalacak?

Kızlarına; arkadaşıymış gibi latifeler yapardı. Kızları henüz bekârdı. Onları kızdırır, olmayan torunlarına isim bulurdu. Hastaneye geldiğinde kızıyla kısa da olsa telefonla konuştu., Kızı; babasının doğmayan torunu için istediği ismi tekrar ederek:

-Baba, daha Salih’ini seveceksin bir yere gitme!

Dediğini yaşlı gözlerle söyledi. Kendinden umudu kesmiş gibiydi.

Kan tahlilinin sonucu araya aracıların girmesiyle ancak çıktı. Hastanedeki teşhis ve tedavi aşaması oldukça düzensizdi. Hastaneye gelen kimselerin yaşadığı aksaklığı kime soracağı, nereye soracağın belirsizdi. Ancak tanıdığın tanıdığı hasta bakıcı sayesinde işlerimizi yürütmeye çalışıyorduk. Aksi durumda tahlilin çıkması, tahlile bakacak doktora ulaşıp, tahlili göstermek pek de mümkün olmuyordu. Gözünü sevdiğim fakirlik yüzünden ne eziyetlere katlanıyorduk. Oysa parası olup da buralarda Çin işkencesi görecek insanın aklına şaşardım.

Kan tahlili çıktıktan sonra tanıdık hasta bakıcının talimatları ve yönlendirmesi sayesinde doktorun yanına girebildik. Hasta bakıcının bize ısrarla öğrettiği isimi söyleyerek doktorun bizle ilgilenmesini sağlayacaktık. On iki saat sonra teşhis koyacak doktora ulaşabilecektik.

Doktor, arkadaşımızın hastalığına teşhisi koyacak, ilaç verecek hastamızda iyileşecekti. Hayali bile güzeldi. Öncelikle doktora sadece hatamızın tahlillerini götürdük. Doktor hastanın da gelmesini istedi. O bölüme sedyenin gitmesi olasılığı yoktu. Hastanın da yürüyecek gücü kuvveti yoktu. Ortalıkta tekerlekli sandalye de yoktu. Yokların ortasında dona kaldık. Koskoca hastanede hastayı taşımak için tekerlekli sandalye aramaya başladık. Odalara, koridorlara baktık. Dolana dolana bir hal olduk. Tekerlekli sandalye bulma ümidini yitirdiğim bir anda tutuklu hastaları getirip bir köşede bekleyen polisleri gördüm. Ortalıkta oturmak için sandalye olmadığı için yorulan memur boşta duran tekerlekli sandalyede oturuyordu. Rica ederek tekerlekli sandalyeyi alıp hastamızı doktorun yanına götürebildik.

Tam Bitti Derken Yeni Macera Başlıyor

Tahlilleri ve hastayı gören doktor, bir tahlilin daha yapılması için bizi başka servise yönlendirdi. Orada da sıra gelip sonuçların çıkması ve tekrar doktora gösterme işlemleri oldukça zaman aldı. En nihayetinde sabahın beşi olduğunda tekrar doktorun yanındaydık. Tahlillere ve halsizlikten oturmakta dahi zorluk çeken hastamıza bakan doktor:

-Eve gidebilirsiniz! Ama tedbir olsun diye kalp hastanesinden randevu da alın.

Hastamıza ıstırap veren göğsündeki ağrı için bir şey demedi. Hatta halsizlikten ayağa kalkamayan hastamıza ilaç da vermedi. Doktor hastamızın tahlillerinin temiz olduğunu sadece bir değerinin yüksek olduğunu söyledi. Onunda çok önemli olmadığını ilave etti. Yüksek dediği kalbin çalışmasını etkileyen protein fazlalığıymış.

Tahliller yalan söylemez, doktorda tahlillere baktığına göre bizim hastamız sapa sağlam. Muhtemelen bayılması, göğsündeki ağrı, halsizlik ve aşırı yorgun hali bir anlam ifade etmiyor(!) Zira tahliller bir insanın iyi veya kötü olmasına karar vermede yeterliydi. Yoksa hastanın ağrıdan duramaması veya halsizlikten ayağa kalkamaması önemli değildi. Ama tedaviye yönelik doktorun tavsiyesi de muhteşemdi “Kalp hastanesinden randevu alın!” oysa devlet hastanesi bu durumdaki hastaya niye sevk vermiyor ki.

Bedenden Can Çıkmış Ruhu Sırasını Bekliyor

Birkaç yıl önce rahatsızlığımdan dolayı gece yarısı bu hastanenin aciline geldim. Sıramı beklerken iki yaşlı kadında muayene odasından çıkıyordu. Birinin beti benzi atmış halsizdi. Yanındaki yaşlı kadının ona yoldaşlık ettiği belliydi. Refakatçi yaşlı kadın hasta kadına moral vermeye çalışıyordu.

-Bak doktor iyisin dedi. İlaç bile vermedi. Birkaç güne bir şeyin kalmaz.

Oysa o renkte bir insanın nasıl olup da yürüdüğüne hayret etmek gerekir. Yaşlı kadın resmen yürüyen ceset gibiydi. Yavaş yavaş hastaneden çıkıyorlardı ben de arkalarından gayri ihtiyari baka kaldım. Birkaç güne kadar bir şeyinin kalmayacağı söylenen kadın, çıkış kapısında cansız şekilde yere yığıldı. Ne hikmetse sırada bekleyip acıdan kıvranan hastalara fırça atan sağlık personeli, yere düşen kadının yanına aceleyle gitti. Yerdeki hastayı kontrol edip ayağa kalkan sağlık görevlisi yerde yatan kadın için “Eks olmuş” dedi. Bu kelime yaşlı kadının öldüğünün bilimsel tanımlamasıydı.

Teşhis Konmayan Hastamız İyileşmiyor

Kimi başımı alır giderim derken, kimi de derdini alır gider. Biz de hastamızı alıp sessizce hastaneden gittik. Hastamız iki gün evde kalıp istirahat etmesine rağmen göğsündeki ağrıda bir azalma yoktu. Güç bela ayağa kalksa da halsizliği, yorgunluğu geçmeyi bırak hafiflemedi bile. İnternet ortamında ve telefonla kalp hastanesinden randevu almaya çalışsak da ne mümkün. Sağlık da çağ atladığımız için atlanan çağ ileri gitti. Biz ise fakir geri çağında kaldığımız için yeniçağa bir türlü yetişemedik. Kalp hastanesinden randevu alamayınca, en azından uzman doktor vardır düşüncesiyle aynı hastanenin kalp bölümüne ayın 19’una randevu alabildik.

Hastaneden gelen hastamız son iki gününü evde yatarak geçirdi. Ancak hastamızın göğsündeki ağrı geçmeyi bırak iyiden iyiye artıyordu. Biz ağrısının azalmasını beklerken göğüs ağrısı daha da çekilmez hal aldı. Artık ağrıya dayanamayan hastamızı ambulans, sabahın beşinde tekrar aynı hastanenin acil servisine götürdü. Aynı şekilde sabah erkenden kan tahliliyle başlayan prosedür akşama doğru EKO ile nihayet buldu.

Tahlillere ve ağrıdan iki büklüm duran halsiz hastaya bakan doktor da teşhisini koydu. Doktor, hastanız üşütmüş olabilir, istirahat etsin ama tedbir amaçlı kalp hastanesinden randevu almayı da ihmal etmesin, dedi. Hastanenin bizi kalp hastanesine sevk etmesini istedik. Ama sadece istedik. Zira doktorun sözü bittiğinde kapıda, sıradaki hasta bizim çıkmamızı bekliyordu. 

Bazen fakirlik insana iyi geliyor. Şımarıp kibirlenmesini önlüyor. İnsan acizliğinin farkına varıyor. Ama hastalık durumunda fakirlik insana zor geliyor. Ağrın var, hastalığın var ama paran yok. Emekli ve kirada yaşayan bir kimsenin hastalığı için Acıbadem hastanesine gittiğini düşünün. Ama o düşüncede fazla kalmayın. Zira hayalinde bile olsa oradan ancak çorapsız çıkabilirsiniz.

Para Bazen Gerekebiliyor

Bir yakınımız rahatsızlandı. Lüks hastanede çalışan tanıdık doktordan tavsiye almak için onun yanına ziyarete gittik. Kullandığımız araç eski model Hyundai minibüstü. Arabanın kaportasının muhtelif yerleri zedelenmiş klasik bir fakir arabasıydı. Lüks hastanenin otoparkına geldiğimizde kulübede bekleyen görevli koşarak yanımıza geldi. Niçin geldiğimizi dahi sormadan bu aracı içeri alamayacağını, otoparkın dışında boş bir yer olduğunu oraya bırakmamızı istedi. Son model lüks arabaların durduğu otoparkta bizim aracımıza yer yoktu. Elbette durup felsefi tartışmaya girerek eşitlik veya adalet gibi anlamlı sözcüklere takla attırmak gerekirdi. Ama bunu yapacak ne zamanımız vardı ne de moralimiz.

Doktor Teşhisi Yanılmasa da Tahliller Yanılabiliyor

İki doktorda aynı teşhisi koyduğuna göre demek ki gözlerimiz, görmek istediği şeyi görüyordu. Elli iki yaşındaki hastamızda küçük çocuklar gibi bize naz yapıyordu. Belki de ambulansla seyahat etmek, kan aldırmak ya da sabahtan akşama kadar loş koridorda; sedyede iki büklüm yatmak hoşuna gidiyordu. Göğsündeki ağrıdan dolayı kesik kesik nefes alması, oturduğu yerden kalkamaması da numaraydı.

Gayri ihtiyari hastamızı alarak tekrar evine götürdük. Her zaman neşeli ve etrafına neşe saçan hastamızın nevri dönmüş, donuklaşmış, sessizleşmişti.

Ertesi günü hasta arkadaşımızın telefonuyla beni aradılar. Telefon numarası ona aitti ancak konuşan kişi o değildi. Telefondaki sesin farklı kişiye ait olması, içimi tuhaf etti. Adeta kanım çekildi. Zira mütedeyyin bir aile yapısına sahip arkadaşımın evinden birinin beni araması hayra alamet değildi. Oysa kendisinin de bu hasta haliyle dışarı çıkması mümkün değildi. Telefon eden kişi yutkunarak kendini tanıttı:

Arayan kişi arkadaşımızın bacanağının oğluydu. Benimle sürekli görüştüğünü bilen ailesi arattırmış.

-Ailesi eniştemi sabah sekiz otuzda yatağında ölü bulmuşlar. Şimdi hastaneye morga götürdüler. Cenaze defni belli olduğunda tekrar arayacağım.

Sadri Alışık’ın repliğindeki “Bu da mı gol değil, hâkim bey!” sözleri yüzüme tokat gibi indi. Yutkundum cevap veremedim. Gözümden iki damla yaş geldi ama yüreğimde sağanak yağmur vardı.  Yetim büyüyen yetim İsmail yine yalnız başına, sessiz sedasız çıkınını alıp gitmişti. Fakirliğin de bazen zor olduğunu bir kez daha anladım. Doktor hastalık teşhisinde yanılmasa da tahliller yanıldı.

Yetim ve Öksüz Büyüdüğü Halde İyi İnsandı

Aile ortamında büyümediği halde bir Allah’ın kuluna zarar verdiğini ne ben gördüm ne de başkası. Önceden aynı işyerinde çalıştığımız, çalışma arkadaşlarımıza vefatı ve cenazenin kalkış zamanını bildirdim. Zira Asrın Dostları isminde WhatsApp grubumuz vardı. Yılda bir defa toplanıp kahvaltı programı yapardık. Üzücü haberi duyanlar telefonla beni aramaya başladı. Hepsinin tepkisi neredeyse aynıydı.

-Abi ne biçim şaka bu! Ciddi değilsin dimi!

Zira hayat dolu İsmail’in kimseyi kırdığını görmedim, kolay kolay da kırılmazdı. Kırılsa da iki gün sonra kırıldığı kişiyi arar hiçbir şey yokmuş gibi iletişimine devam ederdi. Yetim ve öksüz büyümenin verdiği farklı bir ruh hali vardı.

İşsiz kaldığı dönemlerde ortak olduğum dükkâna takılıyor, biz yokken oralarda oyalanırdı. Ortağımla da tanıştığı için onunla da oldukça samimiyeti vardı. Dükkâna takıldığı zamanlar biz de ufak tefek harçlık verirdik. Ortağım parayı çok fazla seven garip mizaçlı biriydi. Konu para olduğu zaman babasını dahi tanımaz, o kıymetlinin heba olmasına dayanamazdı.

Dükkândan çıktık, ortakla bir yere gidiyoruz. Rahmetli arkadaşımızla karşılaştık. Avare şekilde yürüyor, bizi görünce gülerek yanımıza geldi. Ancak ortakta anlayamadığım bir asabiyet vardı. Esmer yüzünü karartmış sanki serveti çalınmış milyoner tavrıyla rahmetli arkadaşa çemkirmeye başladı. Afalladım. Rahmetli arkadaşa hitaben:

-Niye kasadan para çalıyorsun. Ayıp değil mi? Babam iki de bir kredi kartına para yatırdığını söyledi. Durduk yere parayı nereden buluyorsun!

Şaka desen! Bu şaka değildi. Ciddi desen bu ne densizlikti. Yok, ama öyle bir şey olsa dahi ortağımın bu hitap tarzı ve bu davranışı mide bulandırıcıydı. Oysa bu hakarete karşı ortağım yumruğu hak ediyorken; rahmetli; ortağıma karşı gayet sakin bir şekilde:

-Ben hırsız değilim, kasadan para çalmıyorum. Müşterilerin faturalarını siz yoksunuz diye kendi kredi kartımla yatırıyorum ve parasını da kartıma hemen yatırıyorum. Kartımda limit yok.

Ertesi günü hiçbir şey olmamış gibi, aynı kişiyle hayatına devam edebilecek kadar, hoş görülüydü. Kızdığı zamanlar da oldu şöyle ki:

Arkadaş Seçimi ve Dostluk Önemlidir

Önceden beri sürekli görüştüğümüz ortak arkadaşımız vardı. Ben insanlara karşı her zaman mesafeliydim. O ise mesafe koymazdı. Ben de sadece ona karşı mesafe koymazdım. Zira kalbinin temizliği ve hareketlerindeki samimiyeti mesafe koymayı önlüyordu.

Sonradan ekonomik olarak sınıf atlayan ortak arkadaşımız biraz daha elit takılıyordu. Eskisi kadar çevresiyle muhatap olmazdı. Yetim İsmail bir şey söylemek için onu aradığında telefona bakan arkadaş:

-Ne diyeceksen çabuk söyle, işim var!

Bu söz çok zoruna gitti. Aynı konuyu birkaç defa açıp serzenişte bulunması onu ne kadar etkilediğini gösteriyordu. Haliyle teselli cümleleriyle konuyu farklı boyuta taşıyarak etkisizleştirmeye çalıştım. Nitekim birkaç gün sonra bir daha konuşmayacağım dediği halde kırıldığı arkadaşı arayarak onun davranışına çok kırıldığını söyledi. Hayır kurumundaki kermeste yemek yiyebilmesi için ona biraz para gönderirse onu affedeceğini söyledi. Elbette barışmak için Yüz TL istemesi bahaneydi. Zira içinde ne kin ne de küslük tutabiliyordu.

Son Yolculuğuna Hüzünlü Gözlerle Uğurluyoruz

Cenaze, ikindi namazından sonra camiden kalkacaktı. Cenazenin kendi akrabalarından bir iki kişi de cenazeye geldi. Hanım tarafından akrabaları ve bir miktar arkadaşı, dostu vardı. Herkes hem şaşkın ve hem de üzüntülüydü. Böyle güzel insanlar çok azdır. Böyle insanların içi dışı birdir, kendisinden başkasına zararları olmuyor. Eski çalıştığımız yerde komedyen gibi bir arkadaşımız vardı. O da cenazeye geldi. Güldürmek için konuşmasına gerek yoktu, birkaç yüz mimikleriyle insanı gülme krizine sokardı. Bir de konuşmaya başladığında gözünüzden yaş gelene kadar gülerdiniz. Onunda gözleri nemliydi:

-Beni haftada iki defa mutlaka arardı, nasılsın deyip kapatırdı. Ya! beni abim bile hiçbir zaman arayıp sormaz!

Elbette konuşurken gözlerinden akmaya çalışan yaşları tutmaya çalışıyordu. Cenazeye gelen her keste samimiyet ve hüzün vardı. Cenaze namazından sonra yaşlı gözlerle Yeni Ayazağa mezarlığına gittik. Cenaze namazına katılanların hemen hepsi cenaze defnine de geldi. Canı gönülden, isteyerek geldi. Yetim ve öksüz birinin cenazesinde bu kadar kişinin olması sevildiğini gösteriyordu.

Tabut, mezarının başına geldiğinde göz pınarlarımız akmak istese de kalabalık içinde kendimizi tuttuk. Gözyaşlarımızı içimize akıttık. Sabrettik.

Ancak mezara indirilen na’şın son halini görünce gözlerimden yaşlar hafif hafif aktı. Tutamadım, ben tuttum ama onlar durmadı. Rahmetli arkadaşım, uzun boylu değil. Normal boyda ve kilodaydı. Ne hikmetse mevta için hazırlanan mezar yeri de küçük değil. Gel gör ki toprağa yatırılan yetime mezar dar geldi. Oysa bu mümkün olamazdı, her şey normaldi.

Ama:

Öksüz güler mi?

Gülse de sürer mi?

Ayakları mezarın duvarına değdiği halde öksüzün kafası tam düz sığmadı. Boynu önüne doğru biraz eğik kaldı. Çocukluğunda ve gençliğinde boynu bükük arkadaşımızın, toprağa girdiğinde de boynu büküktü. Dileriz ahirette boynu dik şekilde olur. Allah (C.C) rahmet etsin.

Âmin.

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir